Fatih Erkoç – SANATİK

Fatih Erkoç SANAT?K

Fatih ERKOÇ, bugün Sanatik’in merceğinde yer alıyor. Kimdir, hangi kafadadır, nelerden etkilenmektedir, ne yapmaktadır, nasıl yapmakta… Bütün bu soruların cevabını merak ettik ve hem kendimiz hem de sizler için Sanatik’te derledik.

FATİH ERKOÇ KİMDİR?

Fatih Erkoç, 7 Nisan 1953’te İstanbul, Fatih’te dünyaya gelmiştir.

Müzik ilk ilgisi, babasının ud sanatçısı olmasından dolayı, üç yaşında kendisine hediye ettiği bir kemanla bağlamıştır. Erkoç, ilköğrenimini bitirdikten sonra 1965 yılında İstanbul Belediyesi Konservatuvarı’na girer.

Burada 7 yıl boyunca trombon, piyano ve kontrbas eğitimi alır fakat mezun olmadan o dönemin en gözde orkestralarından İstanbul Gelişim Orkestrası ile çalışmaya başlar. 1971’de birlikte “Nihayet” adlo bir albüm çıkarırlar. Kısa bir dönem trombon sanatçısı olarak İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nda görev alır. 11 yıl Norveç’te kaldıktan sonra Türkiye’ye kesin dönüş yapmıştır.

1986 ve 1989 yıllarında Kuşadası Altın Güvercin şarkı yarışmalarında sırasıyla “Yol Verin A Dostlar” ve “Sen ve Ben”’ adlı şarkılarıyla iki kez birincilik kazanmıştır. 1988 Haziran ayında “Yol Verin A Dostlar” adlı ilk albümünü yapar.

6 yıl tromboncu ve solist olarak TRT hafif müzik ve caz orkestrasında bulunmuştur. Sanatçı yarım bıraktığı konservatuvar eğitimini de bu sıralarda tamamlamıştır.

2007’nin Nisan’ında “Kör Randevu” adlı albümüyle sevilen şarkılarının bir kısmını yeni düzenlemeleriyle sevenlerinin ilgisine sunmuştur. Yeni şarkılarının da bulunduğu bu albümde babası Hasan Erkoç’a ait ‘Elveda Ey Gençlik’ şarkısını da seslendirmiştir.

Şu anda Bursa’da aktif olarak çalışan bir okulu bulunmaktadır. “Fatih Erkoç Sanat Akademi” ye buradan ulaşabilirsiniz.

Diskografisine buradan ulaşabilirsiniz.

FATİH ERKOÇ İLE SORU CEVAP

Fatih Erkoç ile ilgili merak ettiğimiz bir sürü soruyu Emre Yücelen kendisine sormuş. Haydi gelin müzikten hayata, hamilelikten eğitime ustamız bize ne tüyolar vermiş bakalım.

Fatih Erkoç Standardına Göre Müzisyen Olmak Nedir ?

“Babam Udî idi. Dolayısıyla ben üç, dört yaşlarındayken elime bir keman tutuşturdu. O keman da buralarda bir yerlerde duruyor. Okulda galiba. Dolayısıyla başka bir meslek sahibi olmayacağım o zaman belliydi. İlkokul biterken annem beni konservatuara kendi yazdırdığında; “Başka bir şey olmayacağın belliydi. Hiç olmazsa okulunda oku. Doğrusunu öğrenip müzisyen ol diye düşündüm.” demişti. Yani 2,3,4 yaşlarında hatta ben doğduğumdan beri işte babamın taş plakları vardı. Onlar da duruyor şurada bir yerde. “

“Dolayısıyla başka bir şey olmayacaktım. Müzisyen olacaktım. Söylerler ya “Ne olmak istiyorsun? Doktor, mühendis, futbolcu…” böyle bir şey sanıyorum bana sorulmadı. Çünkü herkes biliyordu başka bir şey olmayacağımı. Çünkü o yaşlarda gerçekten de kötü de olsa bir şeyler çalmaya başlamıştım. O plakları taklit etmeye çalışıyordum. Keman, dedim ya babam keman almıştı. Mesela orada Kemani Âmâ Recep diye birisinin çaldığı bazı taksimler var olağanüstü. Bana şey gibi geliyordu onlar hakikaten, ulaşılamayacak gibi. Kimsenin böyle bir şey çalmaya herhalde yeteneği olmayacak gibi daha sonra. Ama acayip güzel müzisyenler yetişti. Hem cazcılarımızdan, klasik batı müzikçilerimizden zaten var. Hem de bu Türk sanat müzikçilerinden o enstrümanları müthiş çalanları var. Bu tabiki gurur veriyor.”

Emre Yücelen: “Çünkü siz o kadar çok enstrüman çalıyorsunuz ki. Aslında standardı ondan sordum. Bir insanın standardı bir enstrüman çalmakla başlar. “Ben müzisyenim.” diye gezmeye başlar. Ama sizin standardınızda bu kadar çok enstrüman, bu kadar fazla bilgi… Yani standardınız, birine baktığınız zaman “Ya harika müzisyen” dediğiniz kişi nasıl bir vasfa sahip?”

Fatih Erkoç: “Orada iş değişiyor. Orada benim harika bir müzisyen dediğim birçok arkadaşım var. Zaman zaman onlarla da çalışıyorum: Caz konserleri olsun, başka konserler olsun. Benim bu fazla enstrüman çalıyor olmam orada işe yaramıyor. Çünkü onlar virtüöz. Ben hep onu söylüyorum. Virtüöz olmak isteyenler beni örnek almasınlar. Virtüöz olmak için tek enstrüman ve günde 7-8 saatini ona ayırman lazım. 10 tane enstrümana nasıl zaman ayırıp da virtüöz olacaksın? Böyle bir şey yok. Zaman yok. Günde 150 saatimiz olsa belki 8-10 enstrüman çal falan deriz ama öyle bir ihtimal yok. Ama şöyle söyleyebilirim ki her zaman da dediğim gibi pop müzik; tabiki dışlamıyorum onu, yanlış anlaşılmasın, sanat içine çok az giriyor. Çünkü sanatı sanat yapan öğeler klasik batı müziği gibi, caz gibi, Türk sanat müziği gibi; pop müziğinde yok. Dolayısıyla çok çabuk tüketilen de bir müzik olduğu için çok fazla sanata sokmuyorum. Ve dolayısıyla pop albümleri yaptığım zaman birçok enstrümanı kendim çalıp orada kullanabiliyorum. Ama ciddi bir şey çalmak gerektiğinde hakikaten Erdem Sökmen gibi bir gitar çalma şansı kaç kişide var? Onu söylemek istiyorum.”

İyi bir ses sanatçısının enstrümanla arası nasıl olmalıdır?

“Öncelikle bir ses sanatçısı eğitim almalı. Aynen caz müzisyenlerinin kendi enstrümanlarını öğrendikleri gibi ve cazın kurallarını öğrendikleri gibi ki cazın kuralları klasik batı müziğiyle de çok benzeşiyor. İşte Do Majör (C Maj) akorunda hangi sesleri kullanırsın gibi. Ses sanatçısı da bunu bilmeli. Benim öyle bir avantajım var. Bazıları ki bu mesela hemen İbrahim Tatlıses aklıma geliyor. Ne alaka diyebilirsiniz ama söylediği zaman, Allah şifa versin, tekrar albümler yapsın inşallah, uzun hava falan söylediği zaman bazı doğaçlamalar yapıyor. Şarkı söylerken şarkının makamının ya da melodilerinin dışına çıkıp bir şeyler yapabiliyor. Bunu bilgisiyle değil belki ama o kadar acayip bir yüreği, duygusu var ki onunla yapıyor. Bu tip insanların cazcı olmaları çok acayip olurdu. Dolayısıyla şarkı söylerken de hangi notayı söylediğinin, hangi akoru oradaki piyanistin ya da gitarcının bastığının, basçının hangi notayı bastığının bilinmesi doğal olarak seni daha iyi şarkıcı yapar. Daha iyi doğaçlama yapma şansına sahip olursun. Do Majörü vb. bildiğin için, notaları bildiğin için büyük ihtimalle o akorlarda hangi notaları söylemen gerektiğini de bilirsin. %90. Yani benim öyle bir avantajım var, ben şarkı söyleyerek başlamadım. Enstrüman çalarak başladım. Sonra konservatuar eğitimim oldu ama asıl doğaçlamaya yönelik caz potansiyelini ben yurt dışında kaldığım zamanlarda bir şeyler okuyarak, bir şeyleri dinleyerek geliştirdim. Dolayısıyla şarkı söyleyenlere de bunu öneriyorum. Hatta bütün müzisyenlere cazı biraz kurcalamaları gerektiğini söylemek isterim.”

“Eğer sen klasik müzikçi değilsen ya da halk müzikçisi, Türk sanat müzikçisi değilsen; piyasada çalan bir müzisyensen ki çok müzisyenimiz var. Ve içlerinde hakikaten çok iyiler var. Yazık etmeyin, şu cazı öğrenin biraz.”

-Neden caz?

-Çünkü cazı öğrendiğin zaman başka her şeyi daha iyi çalma şansın olur diye düşünüyorum. Çünkü birikimin olur, daha doğru çalma şansın olur. Pop da olsa bas da olsa davul da olsa bir müzisyene solo bırakılıyor. Bunu bildiğin zaman daha bilinçli bir solo çalarsın. Dolayısıyla Türkiye’deki ve Dünya’daki müzisyenlerin cazı seçme nedenlerine bir bakalım: Herkes biliyor ki caz çaldığı zaman daha az para kazanacak. Ama Türkiye’de şöyle şanslı bir durum var; en iyilerdensen ki çoğu en iyi çok şükür; yurt dışından, Avrupa’dan, Amerika’dan çok daha fazla para kazanıyorlar. Orada çok zor işler. Bir araştır istersen. Buradaki iyi caz müzisyenlerine bak, vallahi kafalarını kaşıyacak zamanları bile yok. Hatta benim konserim olduğu zaman bazıları gelemiyor mesela. Onun yerine işte şunu getirelim bunu getirelim oluyoruz. Dolayısıyla bu güzel bir şey. Ama yine de pop müziğiyle kıyaslandığında caz müziğinin kazanç olarak tabi getirisi o kadar değil. Ancak ne getirisi var? Ruhun daha çok doyuyor. Daha çok gelişiyorsun. Hayata daha güzel bakıyorsun. Müzikten daha çok zevk alıyorsun. Çünkü bir şeyi bilerek çaldığına inandığın zaman o daha çok keyif veriyor.

Sesinizi Nasıl Keşfettiniz?

“Ben sesimi nasıl keşfettiğimi değil ama başka şekilde şarkı söylememe neden olan durumu anlatayım. İlk başladığım orkestra, yani konservatuarda yatılı öğrenciyken bir ağabey geceleri beni kaçırıyordu. O zaman için gece bekçisine 5 lira veriyorduk. “Hadi seni işe götürüyorum.” diye. 16 yaşındaydım. Çalmaya başladım. Ne çalacağımı da bilmiyordum ama zamanla oturdu. Yaklaşık 1 sene geçti. Bu arada o orkestra da rahmetli Suat Ateş ağabeyin orkestrasıydı. Adı da Suat Ateş Orkestrasıydı. Dans müziği falan çalan bir orkestraydı. Orada zaman zaman iki solist olduğu oldu. Bir tanesi rahmetli Okay abi, Okay Öke. Öbürünün ismi aklıma gelmiyor. Hatta bir yarışma kazanmıştı o çocuk. Söylemesi de Tom Jones’a benziyordu. O orkestrada bir sene geçti, bunlar söylüyorlar ben de o sırada trombon çalıyorum ama bir şeyler herhalde ilk günden sonra öğrenmeye başladım.

Bir gün canım şarkı söylemek istedi. “The Shadow of Your Smile” diye bir caz standardı vardır. O dans müziğinde de rahatlıkla kullanılabilen bir şarkıydı o slow dans ettikleri zaman. Bir gün Suat Ateş’e “Ya Suat ağabey” dedim, “Ben de şarkı söylemek istiyorum. Ama öbür iki şarkıcı söylüyorlar. Rahmetli Okay abi İtalyanca, Fransızca, İspanyolca ve İngilizce; hatta lisanları da biliyordu. Büyük ihtimalle bu Shadow Of Your Smile’ı da söylüyorlardı ya da belki ben o zaman evimde işte pikap var, plak var. Tony Bennett’in belki plağını dinleyip belki de oradan o şarkıyı söylemek istedim. Onu tam hatırlamıyorum ama Suat ağabeye gidip “Ben de bir şarkı söylemek istiyorum.” deyince “Yapma ya, ne söyleyeceksin?” falan dedi. “The Shadow Of Your Smile”. Tabi ilk gece söylediğimde herhalde detoneler bolcaydı. İlk öyle başladım. Yani kimse beni keşfetmedi.

Ben söylemek istedim. Söyleyince de ne kadar büyük bir keyif olduğunu anladım ve bir daha susmadım. (Gülüyor) Allah susturmasın.”

Ses Genişliğiniz Nedir?

Şimdi bendekinden önce ben şunu söylemeliyim: Bir şarkıcıda 2 oktav olmalı. Ama bazı pop şarkıları var ki şimdi pek görünürlerde yok ama Bendeniz vardı galiba. Bir tane şarkısı var, belki birçok, atıyorum Do’dan (C) Sol’e (G) kadar. Başka nota yok, 5 nota. Yani 1 oktav bile değil mesela. Çok kısıtlı ama bir şekilde dedim ya pop zaten kısıtlı bir müzik. Dolayısıyla bir şarkıcı 2 oktav olmalı.

Benim de bazen 2 oktavı, kafa sesini de koyarsan iş farklı yere gidiyor ama göğüs sesinden bahsediyorum 2 oktav olarak. La’dan La’ya kadar (A – A) diyelim. (Klavyede gösterir.)

 -Daha üstleri, Do’lar (C) falan var m??

-Bazen çıktığı oluyor. Mesela kör kuyularda Si (B) var. Sen de o gün bağırıyorsun orada. (Gülerler) Ancak o notanın çıkması veya bazen Do’nun (C) bazen Re’nin (D) çıktığını biliyorum. Sahnede olmasa da ben kendi kendime atıyorum Stevie Wonder’ı dinliyorum, o Re’leri (D) Mibol’eri (bE) bağıran bir adam. Şekli böyle bir değişik gırtlakla, sanki kafa sesiyle karışacak gibi bir ses oluyor ama çıkıyor. Mesela o Si (B) öyle çıkıyor. Şimdilerde daha da öyle çıkıyor. Belki daha genç yaşta tam anlamıyla göğüs sesiydi o. Ama şimdilerde onu bağırıyorum bazen, akustik quartet konserlerimizde. O Si’yi (B) özellikle rahmetli Cem Karaca’nın “Islak Islak” (klavyeyle mırıldanır) şarkısında vermeye çalışıyorum. “Kör Kuyular”ı çok isterlerse söylüyorum, o zorluyor biraz. Genelde çıkıyor ama sanki dediğim gibi yeni öğreniyorum onu. Kafa sesinin bir kısmıyla zaten oraya çok yakın, göğüs sesiyle kafa sesinin tam buluştuğu yerler gibi. Ama ben şunu söylemek zorundayım: Mesela şimdi bir konserimiz olacak. Okulumuzun Türk müziği korosu var. Nisan’ın 18’inde galiba. Orada ben solist olacağım, konuk sanatçı daha doğrusu. Yine Türk Sanat müziği söyleyeceğim. Uzun zaman söylemediğimde ya da belki yeni bir şarkı söyleyeceğim zaman bu gırtlak hazır olmuyor ona. Biraz çalışmak gerekiyor. Bazen nağme yaparken bocaladığımı hissediyorum, o çalışmayı yapmamışsam. Her yorum yaptığın enstrüman olsun, müzik tarzı olsun biraz zaman ayırman lazım.-Bazen çıktığı oluyor. Mesela kör kuyularda Si (B) var. Sen de o gün bağırıyorsun orada. (Gülerler) Ancak o notanın çıkması veya bazen Do’nun (C) bazen Re’nin (D) çıktığını biliyorum. Sahnede olmasa da ben kendi kendime atıyorum Stevie Wonder’ı dinliyorum, o Re’leri (D) Mibol’eri (bE) bağıran bir adam. Şekli böyle bir değişik gırtlakla, sanki kafa sesiyle karışacak gibi bir ses oluyor ama çıkıyor. Mesela o Si (B) öyle çıkıyor. Şimdilerde daha da öyle çıkıyor. Belki daha genç yaşta tam anlamıyla göğüs sesiydi o. Ama şimdilerde onu bağırıyorum bazen, akustik quartet konserlerimizde. O Si’yi (B) özellikle rahmetli Cem Karaca’nın “Islak Islak” (klavyeyle mırıldanır) şarkısında vermeye çalışıyorum. “Kör Kuyular”ı çok isterlerse söylüyorum, o zorluyor biraz. Genelde çıkıyor ama sanki dediğim gibi yeni öğreniyorum onu. Kafa sesinin bir kısmıyla zaten oraya çok yakın, göğüs sesiyle kafa sesinin tam buluştuğu yerler gibi. Ama ben şunu söylemek zorundayım: Mesela şimdi bir konserimiz olacak. Okulumuzun Türk müziği korosu var. Nisan’ın 18’inde galiba. Orada ben solist olacağım, konuk sanatçı daha doğrusu. Yine Türk Sanat müziği söyleyeceğim. Uzun zaman söylemediğimde ya da belki yeni bir şarkı söyleyeceğim zaman bu gırtlak hazır olmuyor ona. Biraz çalışmak gerekiyor. Bazen nağme yaparken bocaladığımı hissediyorum, o çalışmayı yapmamışsam. Her yorum yaptığın enstrüman olsun, müzik tarzı olsun biraz zaman ayırman lazım.

-Burada çalışıyorsunuz, etüt yapıyorsunuz değil mi siz?

-Tabi yani benim 10-12 saatim burada geçiyor. Mamafih buraya yeni taşındım ama eski yerde de burada da öyle oluyor. Yazın değil tabi, kışın. “Peki nasıl çalıyorsun, bilmiyorum diyorsun bazı şeyleri?” dedi Amca. “Amca” dedim (Gülerek) “Sen de çalabilirsin. Bir şeyler çal, bir pozisyonu bul. Baktın yanlış gibi oluyor, bir perde ya ileri ya geri kaydır bak çok iyi olacak.” diyorum. Çok hoşuna gitti bu fikir. Böyle bir güzel de anımız var.


Dolayısıyla gitar çalmayı o şekilde, o güzel, 3-5 akorlu şarkılarda ilaç gibi geliyor. Fakat bu iş farklı bir iş. Mesela ben inanıyorum ki, belki istisnai durumlar olabilir, hani mesleğini evine getiren başka bir meslek var mı? Muhasebeci belki arada getirip hesap kitap yapıyordur ama bizim mesleğimiz hem mesleğimiz hem de hobi. Hobi olmazsa 10-12 saat ben bu odada kalmam.

-Ben artık hobi de demiyorum. Tutku diyorum. Başka hiçbir şey değil zaten.

 -Tabiki. Hobinin tutkuya dönüşmüş şekli ve arada da bir şeyler çıkıyor. Ve ilerletiyorsun.

(…)

Sigara, alkol vs. müzisyeni nasıl etkiler?


“Öyle müzisyenler biliyorum ki zaman zaman çalıştığım, zaman zaman da çalışmadığım ama varlıklarından haberdar olduğum; bu kötü alışkanlıklardan dolayı müzisyenliklerini de hayatlarını da aile yaşantılarını da berbat ettiklerini bildiğim bir sürü insan var. Bu yüzden fırsat bulduğum iyi müzisyenlere, çoğu iyi ama bazıları daha öne çıkıyor, örneğin Volkan Öktem. Onun gibi başka davulcu bence yok. Onun gibi arkadaşları bazen hala telkin ediyorum. 10-15 sene öncesinden de söylüyordum. “Sizin bir misyonunuz var. Bu misyon, Dünya’ya, Türkiye’ye mümkünse iyi müzisyenler yetiştirmek, örnek olmak; bunun için de sağlığınıza olabildiğince dikkat etmek.


Çünkü gece hayatı, genelde çalmalar, söylemeler gece oluyor. Her türlü kötülüğü içinde barındıran bir şey. Onun için senin “Misyonum var benim!” diye güçlü olup esir olmaman lazım herhangi kötü alışkanlığa. Dolayısıyla belki de benim sözümü dinlediler onlar, maşallah hala hiç kendilerini mahvetmemiş bir şekildeler ama mahvedenler de var. Onun için buradan şey yapmak lazım. Benim herhalde profesyonel müzik yaşamımın seneye 50.yılı. 3-4 yaşından saymıyorum bu arada 16 yaşımdan itibaren. Ve bu 50 yılda çok şey duydum, gördüm biliyorum. Lütfen gençler benim söylediklerimi kâle alsınlar. Eğer hakikaten yetenekli müzisyenler veya müzisyen adaylarıysa Allah’ın onlara bahşettiği bir şey var. Onu misyon olarak edinip sağlıklarına sıhhatlerine dikkat edip örnek bir sanatçı, müzisyen olmalılar.

İyi beste yapmanın formülü nedir?


Buna bir formül konulabilir mi bilmiyorum. Şuna konulamaz en azından: Hit şarkı. Müzik var olduğundan beri herkesin isteği insanların kabul edeceği hit şarkı yapmak. Pop müziğinde özellikle ki cazda bile bu var. “Take Five” diye bir şarkı var. Sanıyorum zamanında 7 milyon kopya satmış. Ama bugüne kadar herhalde 20 olmuştur. O bahsettiğim benim gençlik yıllarımdı. Cazın da böyle hitleri var. Bahsettiğim caz parçasının bu kadar satması onun hit olduğunu gösteriyor. Ama mesela bazı cazcı arkadaşlar var, o parçayı çalmaktan çekiniyorlar. Basit geliyor onlara, daha zor şeyler var. Belki biraz basit olduğu için, çok özgün olduğu için hit oldu. Pop müziğinde daha çok hit var. Hepimiz keşke hit yapabilsek. Bunun bir formülü yok. Ama güzel şarkı yapmanın belki formülü olabilir.


Bir kere benim düşündüğüm çerçevede tamamen samimi olmalısın. Duygularınla. Bilgin de varsa bilginle o duyguları harmanlayacaksın. Sonra akorlar vs. olacak. Ama mesela “Ellerim Bomboş” dedik. Oradaki armoniler bazı müzisyen arkadaşlarım tarafından mesela onlarla bir röportaj yapsan “3-4 tane akor var, çok basit.” derler. Ama şunu da unutmamak lazım ki güzel ve basit bir iş yapmak çok da kolay bir iş değildir. Dolayısıyla duygularınıza güvenin. Eğer müzikal bilginiz de varsa onu da işin içine katın. Bilginiz yoksa duygularınıza güvenerek melodiyi yapacaksınız, sözleri yazacaksınız. Sonra belki armonileri koyacaksınız.

Benim belli olmuyor. Hiç enstrüman olmadan yazdığım bazı şarkılarım, bestelerim de var. Enstrüman olarak yazdıklarım da var. Kimi zaman piyanoda otururken bir şeyler çıkabiliyor. Kimi zaman gitar çalarken çıkabiliyor.  Belki bir şeylerle oynuyorsun ve bir phrase tutturuyorsun. Onun üstüne bir melodi geliyor. Ya da bazen bir söz geliyor, onu müzikleyeyim diyorsun. Yani ben bilgim ve duygumu birleştiriyorum. Tabiki bütün yaptıklarımdan hoşnut olmuyorum.


Burada da rahmetli Kayahan’ı örnek almak lazım. Onun bir kere evine gittiğimi hatırlıyorum. Çalışıyordu, bir şarkıyı 55 defa değiştirdiğini söyledi. Ta ki %100 mutlu olana kadar. Sözüyle, müziğiyle… Mesela Kayahan’ın hiçbir şarkısı yok ki sözle müzik oturmasın. Büyük ihtimalle prozodik hatası olmayan tek besteci o. Ya da söz yazarı besteci. Dolayısıyla gerekiyorsa sizin gönlünüzün, bilginizin, kafanızın kabul edeceği yere kadar değiştirin. Benim bazen o kadar sabrım olmuyor. Benim hiçbir şarkımı, beğenmediklerim de var tabiki, 50 defa değiştirdiğim ya da buna yetecek sabrım yok. Çünkü başka bir sürü şey de yapıyorum. Kayahan besteliyordu, söz yazıyordu, okuyordu. Ben şimdi bir de düzenleme yapıyorum, bu aletleri düşünmek zorundayım falan, deli gibi iş. Yani o anlamda çok da benlik değil. Bir de tonmaysterlik. Ama bu hobinin içinde bir kısım.

Sesinize Nasıl Bakıyorsunuz?


“En önemli konu bu. Bazen gribal enfeksiyon olup da ses kısıldığı zaman ölsen daha iyi. En azından ölmüş olacaksın ve sıkıntı çekmeyeceksin. Ama o sesle sahneye çıkma zorunluluğun varsa o işte ölümden beter. Bir kere, çok komik ve çok garip: Televizyon Whitney Houston’ın, toprağı bol olsun onun da, bir konserini yayınlıyor. Abi, ablanın sesi yok! Arkasını dönüyor, bir şey yapıyor. Arkada Allah’tan vokalistler bir şeyler yapıyor ama sağır olan bile görerek anlayacak onu. O konseri nasıl yayına soktular bilemiyorum. Çok acı verici bir şey. Yani ben onu izlerken acı çektim.”

Çocuklarla ilgili albüm yaptınız. Nereden aklınıza geldi?


“Okulum var biliyorsun. “Fatih Erkoç Sanat Akademi” adında. Bursa’da. Orada çok değerli birçok öğretmenim var ama bir tanesi çocuklara ders veren Damla hoca. Dolayısıyla 0-5 yaş arası kendi gruplarına göre sınıflarına giriyorlar. 5-6 kişi olarak giriyorlar ve Damla hoca onlara erken çocukluk dönemi eğitimi veriyor. Orada da benden bazı şarkılar istedi. Hem o dersi veriyor, o dersin içinde de hem onlara öğretici olması açısından meyveler, hayvanlar, yavruları vesaire, bazı müzikal terimleri öğreten şarkılar. Kısa kısa şarkılar zaten. Dolayısıyla bana arada “Şöyle bir sözle ilgili şarkı yapar mısın Fatih ağabey?” diyor. Ben de oturdum, yaptım, ettim. Sonra da yaklaşık böyle yirmi tane falan yapmıştık, sınıfta onları çalıyordu zaman zaman. Sonra birileri dedi ki “Albüm yapalım.” Galiba toplamda da 34 tane falan şarkı oldu. Bir iki tanesi gerçekten benim çok hoşuma gidiyor. Mesela “Kelebek Kanatlarım” diye daha uzun bir şarkı var, piyano ve benim sesim. Çok güzel duygular içeren bir şarkı. Ve hatta geçen sene sevgili editörüm Erdem Uyanık dedi ki, sevgiler buradan, “Dijitalde en çok satan senin bu çocuk albümü.” dedi. Çok çocuk yapıyoruz. Dolayısıyla da duyan alıyor. İsmimiz de güzel.


Hakikaten çocukların, sen bunu zaten müzisyen de olduğun için biliyorsun, anne karnında başlıyor bu eğitim. Buradan onu duyuralım, hamile olanlar varsa mesela 16 haftalıktan itibaren dışarıdan bazı sesleri algılıyorlar. O yüzden evde, arabada ya da bulundukları ortamda mümkün olduğunca klasik batı müziğinin o algılaması kolay eserlerini, örneğin Mozard’lar, sesleri bir anda yükselen değil de çocuklara uygun olabilecek müzikleri açsınlar. Şuna önem veriyorum; piyasada birçok albüm bulunabilir ama ben aradığımda bir tane buldum, o bir tane de sahici enstrümanlarla, akustik olarak çalınmıştı. Ona dikkat etmeleri lazım. Bu synthesiserlarla falan kaydedilmiş olanları kastetmiyorum. Orijinal senfoni orkestrasının, filarmoni orkestrasının çaldığı bir şeyleri bulmaya çalışsınlar. Bir yerlerde çalsın. Bir CD’de veya Flash Disk’te veya plak varsa plağı çalsınlar. Klasik batının o eserleri bu çocukların hem kulaklarının hem ritim kabiliyetlerinin gelişmesine büyük fayda edecektir. Tabi doğduktan sonra da buna devam etmek koşuluyla. Ve fırsatları varsa da böyle bizim okul gibi, anaokullarında da Orff metodu falan diye geçiyor.


Çocuğunuz müzisyen olmasa bile, ileride başka bir meslek seçecek, ben doktor olmasını, mühendis olmasını istiyorum dediğinizde belki de daha da önemli çünkü doktorların zaten çoğu bir enstrüman çalar. Bu eğitimden geçmeleri, doğduktan sonra da okulda yaptığımız gibi benzer bir eğitimden geçmeleri onların ileriki evrelerinde acayip faydalı olacaktır. Şöyle bir örnek vereyim: Shinichi Suzuki diye bir 100 küsur yaşlarında vefat etmiş Japon var. Onun ufacık bir kitabı var. Bulurlarsa okusunlar. Orada yazıyor. “Bir hanım geldi bana.” diyor. “Kucağında da uyuklayan 5 aylık bir bebek. Kadın dedi ki “(Atıyorum) Ben hamileyken Beethoven’ın şu eserini dinletiyordum çocuğuma.”” Çocuk orada uyuyorken Suzuki bey alıyor eline kemanı ve o eseri çalmaya başlıyor. Çocuk açıyor gözlerini aranıyor.


Anne karnında duymuş, 5 aylık olmuş, duyuyor eseri ve ilgisini çekiyor. Adam diyor ki: “Bu eseri, çocuk 40 yaşına gelsin, bir sıkıntısı olsun, stresi olsun. Bu müziği koysun. Hemen rahatlayacak.” Ayrıca okullarına devam ettiklerinde, işte fen derslerinde, bu tarz eğitimden geçmiş olanlar daha da başarılı oluyorlar.”


90’ların Müziği İle Bugün Yapılan Müziği ve Şarkıcıları Kıyasladığınızda Nasıl Buluyorsunuz ?

(…)

“Bu yapılanların doğru olduğunu söylüyorum. Ancak zaman zaman da bazı yorumcularda hatalar, benim kanaatimce, şarkı söyleme hataları bulduğumu söyleyebilirim. Türkçeyi biraz belki farklı şekilde kullandıkları için böyle söyleyebilirim. Ama her türlü farklı çalışmaya açığım. Bunları yapanları da destekliyorum tabiki. Umuyorum ki o bana azıcık eksik gelen kısımlar tamamlanır, zamanla. Onun öyle de olacağına inanıyorum ama Türkçemizi biraz bozduğumuzu düşünüyorum. Sadece müzikle değil. Bazı televizyon, radyo sunucularında da bunu görüyorum. O çok hoşuma gitmiyor. Niye değişiyor ya da bozuluyor? Mesela TRT gibi değil. TRT sunucuları bazı prensiplerden geçiyorlar. Ama sanıyorum bu dünyada da örneğin Norveç’te de değişime uğruyordur. İngiliz İngilizcesinde de Amerikan İngilizcesinde de bu böyledir.

Çok sevmiyorum o bozulmaları. Telaffuzların doğru yapılması taraftarıyım. Ama müzikal olarak her türlü gelişmeye, denemeye açığım. Dediğim gibi bazı güzel şeyler duyuyorum.

(…)

90’larla ilgili mesela toprağı bol olsun, Onno Tunç sağ olsaydı, o uçak kazasında da biz arka arkaya uçuyorduk. Beraberdik yani, aynı uçakta değil ama ben onun arkasından uçuyordum. Onlar maalesef çakıldılar. İnanıyorum ki %90, %100 değil, %10 bir açık bırakıyorum. %90, bugünkü müziği etkilerdi onun düzenleme kafası. Onno müthiş bir müzisyen, müthiş bir aranjör, müthiş bir basçıydı. Çok güzel şeyler yaptılar. Sezen Aksu’yla olsun, başka sanatçılarla olsun. Onno’nun pop anlayışı bugün hala neredeyse yok. Dolayısıyla eğer yaşasaydı ve çalışmalarını devam ettirseydi, bugün daha iyi bir yerde olacaktı pop müziği ve sound düzenleme anlayışı diye düşünüyorum. Ama pop konuşuyorsak bugün gelinen noktada da çok başarılı soundlar, düzenlemeler, stüdyo çalışmaları var. Ama tabiki eksik dinleme durumu olabilir. Yani her çıkan, her yayınlanan şarkıcıyı, albümü, grubu takip etme yeteneğim yok. Duyduğum kadarıyla şarkıcıların, yorumcuların kendini biraz daha kendilerini geliştirmelerinin lazım geldiğini düşünüyorum. Senden de ders alsınlar mesela. İbrahim Tatlıses’i dinlesinler mesela. O duyguyla söylesinler. Duygu çok önemli, sesi çıkarmak daha sonraki bir şey.

Eurovision içinizde ukde kaldı mı?

Tabi, tabi. Ben bunu fırsat buldukça söylüyorum. Doğru hatırlıyorsam 87 yılıdır. 87 yılında Dünya Barışı diye bir şarkım vardı. Eurovision’a o şarkımla katıldım. O kadar inandım ki. İçimdeki o ses, biliyorsun bizler daha çok duygularımızla hareket ediyoruz. Duygularımız, 6.hissimiz falan güçlü o yüzden. Ona güveniyorum. O iç ses bana “Eğer Eurovision’a beni yollamış olsalardı ilk üçün içerisine girerdim.” sesini veriyordu. Ama maalesef kim olduğunu söylemeyeceğim başka bir arkadaş gitti ve daha da kötüsü maalesef sıfır puanla döndü. O sene, o bir ukde. Beni gönderselerdi keşke. Ben bir mutlu olsaydım. Yorumculuğumu da çok güzel gösteren bir şarkıydı o.

-Kaydı var mıydı?

Yok henüz. Yani albümlerde bir yerde yok. Şöyle girecek kısmet olursa: Projelerimden bir tanesi hiç duyulmamış şarkılarımdan oluşan senfonik bir albüm. Tamamı canlı olabilecek çok güzel şarkılar var. Hatta bir ara Malezya’ya gittim. TRT beni yolladı. Bir şarkımla oradaki bir şarkı yarışmasına katıldım. Oradayken 14 gün eşimden ayrı kaldım. 89 yılıydı galiba. Ve oradayken bir şarkı yaptım. Döndüğümde de onu gitarla çalıp söyledim. Daha doğrusu çalamadım, söyleyemedim. İkimiz de ağlamaya başladık çünkü. Mesela onun gibi çok hoş şarkılar var. İnşallah o senfonik proje günün birinde devreye girerse o “Dünya Barışı” da onun içerisinde yer alacak.

Ses Eğitimi Aldınız mı?

Müzik eğitimi aldım ama ses eğitimi almadım.

-Ama egzersizler yaptığınızı söylediniz. Mesela ısınma egzersizleri.

-Evet evet. Mesela bir tane CD mi buldum bir yerden birisi mi vermişti, ses eğitimi yapan bir çalışma var. Ama onu yapmaya kalkarsan herhalde 2 saatini falan alacak. Ben sadece 10-15 dk sesimi ısıtıyorum. Ma-ma-ma o tip şeyler vardır ya.

Vefasız şarkınızın bir hikayesi var mıdır?

Vefasız şarkınızın bir hikayesi var mıdır?

O albüm biraz daha müzisyenlere yönelik bir albüm. Vefasız şarkısı da onların içinde en güzellerinden bana göre.

(…)

Hikayesi şöyle: Biz biliyorsun, konserlere gidiyoruz. Bazen ekstra düğün dernek işlerine gittiğimiz oluyor. Eskiden, o şarkıların yapıldığı zamanlarda bir tane minibüsüm vardı benim. Orkestrayı da dolduruyordum içine. Yol parası alıyorduk işverenden. Uçak bileti için mesela. Onu para olarak alabiliyorduk o zaman. Orkestra üyelerine yevmiyelerinden birkaç kuruş fazla verebiliyordum. Minibüsle gidiyorduk. Uçakla gitmiyorduk. Ben de araba kullanmayı çok seviyorum. Ben kullanıyordum. O zaman o kadar da radar yoktu. Dolayısıyla biraz daha serbest gidebiliyordum. 7 saatte mesela İstanbul-Antalya (Gülüyor). Şimdi daha da kısıtlı tabi. Arabaya 120 ama o minibüsle 90 mı, 99 mu? Velhasılı o yolculuğa, onlardan bir tanesine “ Hadi ben de geleyim.” demişti eşim. Eşimden ayrı kalmayı sevmiyorum. 30 buçuk yıl oldu, gittikçe de daha hiç kalmak istemiyorum ayrı. Geleceğini söyledi. Ve kadın milleti tabi (Dilini çıkarıyor) biz yola çıkarken “Yok benim başka bir işim var. Ben gelmeyeceğim.” dedi. Giderken de şimdi millet uyuyor. Belki de gece önce bir yerde çalmışız, gece 3’e kadar. Sabah da 9-10 gibi gidiyoruz mesela. Müzisyenlerin hepsi orada uyuyor. Ben kullanıyorum. Biraz yalnızlık hissettim mesela. O vefasızın sözleri geldi.

Yanımda basçı uyuyordu galiba. Dürttüm onu. “Kalk uyan, yaz şunu.” dedim. O zaman, 99’da cep telefonu ya da kaydeden bir şey var mıydı bilmiyorum. En azından sözlerini yazdırdım. Bir şekilde onu kayıt altına aldık. Yani ben araba kullanırken kenarda durup bir şey yapmak olmayacağı için onu uyandırıp ona yazdırdığımı hatırlıyorum. Ama eşimin vefasızlığından dolayı. Söz verip de gelmedi bizimle. Bana yalnızlık yaşattı orada diye.

(…)

Ellerim Bomboş albümü için bana çok söylediler o zaman. Kiminle karşılaşsam İstanbul’dan Bodrum’a gidiyor, İzmir’e gidiyor, Antalya’ya gidiyor… Bütün yol boyunca kaset o zaman. CD de çıkmıştı ama “Dönüyor, tekrar dönüyor, tekrar dönüyor, bitene kadar yol.” derlerdi. İnanılmaz satışlar vardı ne güzel o zamanlar. Şimdi onların onda birini değil yirmide birini bulsak yirmi takla atacağız

(…)

Yani kendimi güzel konsantre olup da bir ruh haline sokabildiğim zaman güzel bir şeyler çıkabiliyor. Ben de bazen şaşırabiliyorum. “Ellerim Bomboş” dahil olmak üzere bazı şarkılarım hakkında sonradan “Ulan ben bunu nasıl yazdım?”, “Çok güzel hakikaten.” diyorum içimden mesela. İlham perisi var demek ki. Dediğim gibi, hatta bazen konserlerde söylüyorum: Sevdiğiniz insanı hayal ederek ortaya güzel bir şeyler çıkarabilirsiniz. Yani beste yapıyorsanız beste, şiir yazıyorsanız şiir. İyi konsantre olmak ve o sevgiyi içinizde hissedebilmek önemli olan. Eşim de evlendiğimizden bu yana hakikaten evliliğimizin bu kadar uzun sürmesinin nedeni kendisidir. Yani ben zor bir adamım. Dolayısıyla onun için yazdığım şarkılardan biridir “Ellerim Bomboş”.

Kalıcı Nasıl Olunur?

(…)

En büyük olay bence kendinizle samimi olmak. Yani beste yapıyorsunuz, başlarken şöyle düşünmeyeceksiniz: “Ben ne yazayım da hit olsun?”

Sen kalbindekini önce ortaya koy, ondan sonra hit olması için başka noktaları düşün. Dolayısıyla samimiyet çok önemli. Abartılı bir şey yapmamaya çalışmak lazım. Senin için neyse şarkın da öyle olmalı. Tabiki çok çalışmak. Kayahan’ı örnek almak orada, rahmetliydi. Üşenme, bir yeri değiştirmek gerektiğinde 50 defa da değiştir. Tam mutlu olana kadar değiştir. A’sını değiştir, B’sini değiştir, sözün bir kısmını değiştir, ne yapıyorsan yap ama sonunda seni tam anlamıyla mutlu olabilecek bir yere getirsin yaptığın şarkı. Ya da çalıştığın enstrüman. Cazcıysan etüt yapıyorsun, bazı eserler çalıyorsun, solo yapıyorsun. O yaptığın soloları, doğaçlamaları ben şu an yaptığım zaman mutlu değilim. Çünkü uzun zaman ayrı kalıyorum. Çalışma yapamıyorum. Hasta olduğum zaman neredeyse trombonu bıraktım. Dolayısıyla da geriliyorsun. Yeni başlamış birisi gibisin. Kafada var bir şey ama burada yok. Dolayısıyla ara vermemek lazım, kendini geliştirmeye çalıştırmaya devam etmek lazım. Emek vermek lazım. Emek vermeden hiçbir şey olmuyor. Yani dünyanın en büyük yeteneğine de sahip olsan bir günden bir güne bir şey olamazsın.

Hatta bir şey duydum, doğruysa. Doğuda, Hindistan tarafında. Bir müzisyen sahneye profesyonel anlamda çıkmadan önce 40 sene geçmesi lazım diyorlar. 40 sene, sahneden önce çalışacak edecek. Böyle bir şey olur mu? Mesela romanlar. 2 yaşında başlıyor darbukaya çocuk. Ama bu ne kadar çok emek istediğini gösteren örnek zannediyorum.

Başlıca Kaynaklar

Diğer serilerimiz: Gezdim Gördüm, Seyahat Haberleri, Kamp, Bisiklet

Yazı gezinmesi

Mobil sürümden çık